25 Mart 2008 Salı

9E Türk Edebiyatı Uygulama

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...

Ne eski bir tango melodisi, ne de siyah önlüklü bir mektepli kız resmi, hayır beni on sekiz yıl evvelki o tatlı hatıraları alemine atan, gazetede götürdüğüm iki satırlık, kupkuru, alalade bir KİRALIK ilanı oldu.
O anda Pendik sahilleri birden gözümde canlanıverdi. O köşk...O köşkün bizim bahçeye bakan penceresi...Ve o pencereden Mahinur...Sarı bukleleri, menekşe bakışları ile Mahinur...
Neden daha ilk görüşte onu sanki asırlardan beri tanıyormuşum hissine kapılmıştım, bunu izah edemeyeceğim. Niçin bana her bakışında boğazıma bir eziklik, süzme balın boğazda bıraktığı gıcığa benzer tatlı bir baygınlık yapışırdı, o da meçhulüm. İnsan, çocuklukla delikanlılık arasındaki o hülyalı çağda nedenlerle niçinlerle mi uğraşır? O yaşta insan hiç düşünmeden sadece yaşamaya bakar. Hem de ne yaşamak?..Bulutlarda yıldızlarda gibi...
Mahinur da zaten oralarda, öyle üstün bir alemden dünyamıza inivermiş olmalı idi. Onun da bizim gibi etten kemikten yapıldığını, bizler gibi yiyip içtiğine inanamayacağı gelirdi insanın. Sarı ayva tüyleriyle kaplı incecik kollarını biraz fazla sıkacak olsam, parmakların arasında bir kelebek gibi ezilip eriyiverecek sanırdım.
And içmiştik güya... Büyüyünce evlenecektik. O zamana kadar hiç, ama hiç bir şey, bizi birbirimizden ayıramayacaktı. Halbuki sonra... Halbuki sonra o taşralı müteahhidin ona talip olmasıyla bütün bu tasavvurlar iskambilden bir kule gibi bir anda yıkılıvermişti.
Az mı ağlamıştım? Az mı yalvarmıştım?
-Sen razı olmazsan, hiç bir kuvvet seni hışır herifle evlenmeğe icbar edemez, diyordum. Ona İstanbul’dan kaçmayı teklif ediyor, taş kırıp, yük taşıyıp kendisin bakacağımı söylüyordum.Fakat Mahinur eski Mahinur değildi artık... Üç günün içinde değişivermişti sanki. Bana burnunun ucundan bakıp, bir:
- “Çocuk gibi konuşuyorsun sen” deyişi vardı çıldırmak işten değildi. Onu tokatlamamak için zor tutuyordum kendimi. Hele dünyada başka kız kalmamış gibi benim sevgilime göz diken ve beni ömrüm boyunca en büyük saadetimden mahrum edecek olan o uğursuz müteahhide öyle bir derin bir kin besliyordum ki bir gece yolunu bekleyip herifi köprünün yanındaki yamaçtan aşağı atmayı, sonra da üzerine kaya parçalrı yuvarlamayı tasarlıyordum.
Gençlik, çocukluk... İş olacağına vardı...Mahinur müteahhitle evlenip gitti, beni hüsranlarımla yalnız bıraktı.
İlk aşkın hatırası ne de olsa başka oluyor...Aradan bunca yıllar geçmesine rağmen onu hala unutamadım. Onun sarışın hayali ne vakit aklıma vursa, içimi buruk bir acı kaplar, hayatımı onunla birleştirse idim belki ben de bugün herkes gibi mesut bir insan olurdum diye düşünürüm.
Elimde çevirip durduğum ilanı belki yirminci defa okudum. Demek şimdi o köşk kiralıktı ha?.. Demek bir vakitler Mahinur’un o şeftali kokusuna benzeyen körpe rayıhasıyla doldurduğu odalar şimdi boş ve sahipsiz... Peki ama ben ne duruyordum? Bu evi bir yazlığa kiralamak için ne bekliyordum? Avcumun içinden bir sabun gibi kaydırıp başkalarına kaptırdığım saadetin hiç değilse tatlı hatırasını yeniden yaşamak, o sakin kıyıda eski günleri hayaliyle üç ay olsun... başbaşa kalmak için bundan güzel fırsat mı olurdu... Bir uykuda gezen gibi sokağa nasıl fırladığımı,tramvaya nasıl bindiğimi anlamadan; kendimi ilanda bildirilen köşkün kapısında buldum.
Kapıyı bana kırmızı saçlı, şişman bir kadın açtı.Ve göz göze gelmemizle çığlığı basması bir oldu:
- Siz? Siz?.. Aman Yarabbim, rüya mı görüyorum? Sonra benim aptal aptal baktığı görünce sitemli bir sesle :
- Korkarım tanıyamadınız, dedi. Ben Mahinur ...Çocukluk arkadaşınız Mahinur.
O anda nasıl sendeledim, müvazenemi kaybedip merdivenlerden tekerlenmedim, şaşılır. Bu karşımdaki boyalı saçlı, çifte gerdanlı, bu kolları şıkır şıkır altın bilezikli kadın Mahinur öyle mi? O sülün gibi endam, on sekiz yıl içinde böylesine kütükleşsin, o şiirli ses, o buğulu bakışlar ,o prenses gibi tavırlar bu rütbe müptezelleşsin... Şaşkınlıktan elimdeki ilanı uzayıp:
-Peki ama, diye yutkundum. Siz Pendik’teki köşkü o zaman satmamış mıydınız?..
Sabık sevgilim:
-Sattıydık dedi.Sattıydık ama Arif sağolsun yeniden aldı.
Sonra birden :
-“Böyle kapı ağzında mo konuşacağız.” diye beni adeta içeri çekti. Kavrulmuş soğan kokan bir koridordan geçirip karnalık bir salona soktu. Bir yandan kapalı perdeleri açıyor, bir yandan da :
-Söyleyin, diyordu. Allah aşkına söyleyin. Çok değişmişim değil mi?
-Yooo..........Hayır... Katiyen, diye ekledim. Ne iseniz osunuz.
Ve fevkalbeşer bir gayetle ilave ettim:
-Hatta daha da güzelleşmişsiniz...
Güldü:
-Siz de hiç değişmemişsiniz, dedi. Aynı nezaket, aynı komplimanlar ...
Gülüşünü beğenmedim. Gülerken boyalı dudakları çok açılıyor, yan taraftan köprülü bir altın dişi görünüyordu.
-Biz Samsun, Erzurum, Adana, İzmir dolaştık durduk, dedi.Şükür artık temelli geldik. Zaman ne çabuk geçiyor Yarabbim...Pendiği dün gibi hatırlıyorum. Hey gidi günler hey...
Ne kadar da geveze olmuştu. Hiç soluk almadan konuşuyordu. Bir ara:
- Hatırlar mısınız bilmem, dedi. Şiirler okurduk hep sizinle...Hani canım o demir iskelenin ucunda...Hele Faruk Nafiz’in “Kışkanç” diye bir şiiri vardı. Anket defterime bile yazmıştınız hatta. Nasıldı bakayım o:
Sakın bir söz söyleme
Yüzüme bakma sakın ...
Sesini duyan olur
Sana göz koyan olur ...
İsabet ki gerisini hatırlayamadı. Yoksa şiire de, Faruk Nafiz’e de yazık olacaktı.
Mahinur:
-Ah…Ah, diye göğüs geçirdi. Sonra bir sigara yakıp dumanını yukarı üfledi. Bu haliyle Mısır filmlerindeki geçkin trajedi artistlerine benziyordu. Dilini dudakları üzerinde gezdirip yapışmış kalmış bir tütün parçasını, tüh diye hafifçe tükürdükten sonra, gözleri süzgün, devam etti:
-İtiraf edin o zamanlar bana karşı büyük bir zaafınız vardı. Bilmez miyim hiç? Vardı işte… Açık konuşmak icap ederse ben de bu hususta size hayli cesaret vermiştim.
Hiç lüzumu yokken bir kahkaha atıverdi:
-Ben de neler söylüyorum değil mi? İhtimal siz bunları unuttunuz bile. Ah siz erkekler… Hepiniz böylesiniz.
Daha fazla dayanamadım:
-Ben müsaadenizi rica edeceğim, dedim
-Hiç olur mu bu kafarcık? Dedi. Şimdi nerde ise Arif de gelir, yemeği birlikte yerdik.
-Teşekkür ederim, bir başka sefer, dedim. Şapkamı aldım sıvışıyordum… Arkamdan seslendi:
-Peki ama hani ev için bir şey söylemiştiniz?
Ha ev mi? Dedim. Az daha, artık olmasa da olur, diyecektim. Birden toparlandım:
-Bir ahbap için soracaktım da…
-Madem siz aradasınız, güzel hatırınız için yazlığını sekiz yüze bırakırız, dedi.
Yangından kaçar gibi merdivenleri üçer üçer atlayarak indim. Ben köşkün kapısından çıkarken eli çantalı bir adam içeri giriyordu. Mahinur’u tanımakta güçlük çekmeme rağmen kocasını ilk görüşte tanıdım. Gözünde yine o altın gözlüğü, burnunun altında yine o kırpık bıyıkları… yalnız şakakları biraz ağarmış. Durdum, arkasından uzun uzun baktım. Bir vakitler öldürmeyi kurduğum bu adama karşı şimdi içimde büyük bir minnet duyuyordum. Utanmasam, arkasından koşacak, bu manasız kadını üstümden çekip aldığı için yüzünü gözünü öpecektim. “Var ol koca arslan” diye söylendim. “Sen olmasaydın şimdi ben, sükut-u hayalin azabıyla ömrünü zehir etmiş bir bedbaht olacaktım. Saadetimi sana borçluyum. Çok yaşa sen, var ol.” Sonra bir kuş hafifliği ile İnönü gezisine doğru yürüdüm.
Yeni tomurcuklanan ince dalları, üstündeki bulutsuz semayı ve Boğaz’ın lacivert sularını sanki ilk defa görüyormuşum gibi doya doya seyrettim. Damarlarıma rahat, geniş, sıcak bir sevinç yayılmıştı. Koşmak; banklarda oturan suratı asık ihtiyarlara, yoldan gelip geçen somurtuk insanlara, bebek arabalarının yanında yün ören nemrut çocuk dadılarına sokulup, “Gülsenize, neşelensenize. Bakın gök ne temiz, güneş ne parlak, hayat ne güzel” diye bağırmak istiyordum.

HALDUN TANER

Hiç yorum yok: